Nabi KÜÇÜK
1975 yılında Sivas?ın Gürün ilçesinde doğdum. İlkokulu ve ortaokulu Gürün ? de okudum. Çocukluk ve ilk gençlik dönemim, Sivas?ın bu şirin ilçesinde geçti.
?
1990 yılında
n beri İstanbul?da yaşamaktayım.
1992 yılında Bağcılar Naci Ekşi Lisesi?nden mezun oldum. Aynı yıl, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdim.
1996 yılında mezun oldum. 1996?nın güzünde
Mili Eğitim Bakanlığında öğretmenlik görevime başladım.
1996 yılından beri farklı yerlerde, özel okullarda ve resmi okul
larda Türkçe-Edebiyat öğretmeni olarak görev yaptım.
Yüksek Lisansımı İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yeni Türk Dili Anabilim Dalı bölümünde yaptım.
Askerlik görevimi
Erzurum-Oltu?da yaptım.
Şu anda, İl Milli Eğitim Müdürlüğü Kültür Bölümü?nde koordinatör öğretmen olarak görev yapmaktayım.
Evliyim, ?Ravzanur, Halegül, Rüveyda? adlarında üç kızım var. İstanbul
- Başakşehir?de ikamet etmekteyim.
?
“OKUYAN, OKUTAN ÖĞRETMEN”
Hani hep şikâyet ederiz. “Üniversite eğitimiyle birlikte neredeyse on iki yıl boyunca İngilizce dersi alan nesillerimiz, İngilizceyi niçin öğrenemiyor, günlük hayatta lazım olan en basit cümleleri niçin kuramıyor?” diye... Bu soruna bakış açımızı değiştirmeden, çözüm bulabilmemiz mümkün değil. Soruna, baktığımız yeri değiştirmemiz gerekiyor. Farz edin ki itfaiyecisiniz. Bir binada yangın çıkmış ve siz de o yangını söndürmek için oradasınız. Yangın, binanın ana girişinde çıkmış ve içeri giremiyorsunuz. Ne yapmamız lazım. Binaya başka giriş var mı diye binanın etrafını dolaşmamız lazım. Soruna farklı açılardan bakmamız lazım. Bu kural, hayattaki bütün problemler için geçerlidir. Matematik problemlerinde de, sosyal, ekonomik, kültürel problemlerde de fark etmiyor. Nesillerimize, yabancı dil öğretememe problemimizin kaynağı, ana dilimizi öğretemiyor olmamızdan geçiyor. Kendi ana dilini tam olarak öğrenemeyen bir insanın, başka bir dili dört dörtlük öğrenmesi mucize kabilinden bir iş olur. Otomobil kullanmayı bilmeyen bir kişinin, tır kullanmayı öğrenmeye çalışması ile eşdeğer bir iş. Bir insanın bir dile vukufiyetini anlamak için, gramer bilgisinden de önce o dil ile konuşabilmesine, yazabilmesine ve okuyabilmesine bakılır. (speaking, writing, reading)
Günümüz Türkiye’sindeki gençliğimizin; okuma, yazma ve konuşma yeterliliklerinin her biri bir makale konusu. Zaten bu üç husus, Türkçe - Edebiyat dersinin en temel üç amacıdır. Aynı zamanda üniversite eğitimini de dâhil edersek, bir gencimiz, on altı yıl boyunca Türk Dili ve Edebiyatı dersi görüyor. Ana dili Türkçe olup da bir de üstüne üstlük on altı yıl Türk Dili dersi gören bir insandan bekleyebileceğimiz yeterlilik seviyesi: “ağzını açtığı zaman, duygu ve düşüncelerini karşı tarafa aktarabilmesi; eline kalemi aldığı zaman, herhangi bir konud aki duygularını imlaya uygun bir biçimde en az bir A4 kâğıdını dolduracak kadar ifade edebilmesi ve nihayetinde Türk ve dünya edebiyatından örnekleri okuyarak orta seviye bir genel kültür yeterliliğine sahip olması” dır.
Öğretmenlerimiz , bizlere kitap okut maya birinci sınıfta başlıyor. Çocukluğumuzun fenomeni “Cin Ali” serisi, okullarda hala okutuluyormuş. Her kitap kurdunun, okuma aşısı aldığı birisi vardır. Bu; ya arkadaştır, öğretmendir, ya da anne - baba...
Okuma alışkanlığı aşılanmasında öğretmenlerimize çok önemli görevler düşüyor. Öğretmenlerimizin öncelikle kendileri iyi bir okuyucu olmak zorundadır. Malum, yanmayan yakamaz. Sözün tesirli olabilmesi için, söz sahibinin o konudaki ihlas ve samimiyeti önemli. Sigara içen bir babanın, öğretmenin: “Sigara içmeyin çocuklar” sözü ne kadar tesirli olursa, okuma alışkanlığı olmayan bir öğretmenin: “Kitap okumak çok faydalıdır.” hitabı da o derece etkiden uzaktır.
Günümüz Türkiye’sinde, ilkokul birinci sınıfta başlayıp üniversitede de devam eden Türk Dili ve Edebiyatı müfredatı, öğrencilerimize okuma alışkanlığı kazandırmada etkisiz kalmakta; hatta ayak bağı olmaktadır. Müfredata yüzde yüz bağlı kalan bir öğretmenin öğrencisinin, Türkçe - Edebiyat dersinden sıkılmaması neredeyse imkânsız. Türkçe -Edebiyat dersinin en temel işlevi, okuma kültürünü öğrencilere kazandırmak olduğu halde, ders müfredatı ; ortaokulda dilbilgisine, lisede ise akademik terminolojiye boğulmuş durumdadır . Eğitim sistemimiz; eğitime değil de yarış atı yetiştirmeye odaklandığından öğretmenlerim iz müfredatın dışına çıkamıyorlar. İşte tam da bu noktada bütün öğretmenlerimize, özellikle Türkçe - Edebiyat öğretmenlerimize ve sınıf öğretmenlerimize çok büyük görevler düşüyor.
İlkokulda sınıf öğretmenlerimiz, ortaokulda ise Türkçe öğretmenlerimiz , derslerinde önceliği okumaya ve yazmaya vermelidirler. Hele hele ilkokul müfredatında, imla -noktalama dışında gramer bilgisi hiç yer almamalıdır. Dördüncü sınıfı bitiren bir öğrenci okumanın tadına ermiş olarak ortaokula gitmeli. Ağaç, yaşken eğiliyor. Yukarı çıkıldıkça oksijen azalıyor, zaman daralıyor. Anadolu Lisesi ve üniversite sınavları ana gündemi oluşturmaya başlayınca, kitap okuma geri plana itiliyor.
Türkçe - Edebiyat öğretmenlerimizin öğrencilerine kitap okutma gündemi, müfredatın öncelikli hedefi olmalıdır. Hani adalet sistemimiz için hep şöyle diyoruz ya: “ Kanunlar yeterli olmasa da hâkimler adaleti sağlamalıdır.” Eğitim sistemimizde de böyle olmalı. Pireye kızılıp yorgan yakılmaz. Müfredatı beğenmemeyi mazeret edinmemeliyiz. Müfredatın yorumlayıcısı ve uygulayıcısı biz öğretmenleriz.
Okuma kültüründe, öğrencilere okutulacak kitapların belirlenmesi de çok önemli. Zorunlu okuma listeleri ilan edilebilir. Ancak, bu listeler öğrencilere dayatılmamalı. Unutulmamalı ki her ilaç her hastaya iyi gelmeyebilir. Her çocuk her kitabı beğenmeyeb ilir. Eğitimimizin üst kademelerinde öyle öğrencilerle karşılaşıyoruz ki insan hayretten donakalıyor. Bir tane bile roman bitirmeden lise son sınıfa gelmiş öğrenciyle karşılaşıyoruz. Şimdi , bu öğrenciye “Eylül” romanını dayatmamak gerekir. Öğretmen, yeri geldiğinde doktor gibi davranmalı. Her hastaya aynı ilaç verilmez. Teşhis konulduktan sonra uygun ilaç yazılmalı. Çocuk, otomobil kullanmasını bilmiyor, siz ondan uçak kullanmasını bekliyorsunuz. O öğrenciyi, akıcı hikâye kitaplarından başlatmalısınız. Puanlamada da, onun bitirdiği hikaye kitabı ile “Eylül”ü bitireni bir tutmalısınız.
Bir yıl boyunca okutulacak kitap listeleri belirlenirken, seçilen kitapların edebi, ahlaki, kültürel seviyelerine dikkat etmek gerekir. Bir kitabın dünya çapında çok satanlar listesinde yer alması, çok kaliteli bir kitap olduğu anlamına gelmiyor. Her kitap okunabilir. Az çok her kitabın faydası vardır ama öyle kitap var ki öğrenciyi bir basamak yükseltir; öyleleri de var ki insanın ayağını yerden keser, insanı adeta uçurur.
Zorunlu okuma listelerindeki kitap adetlerini sınırlı tutup, öğrencilerin kendilerinin belirleyecekleri okuma tercihlerine de saygılı olmak gerekir. Örneğin öğrencilere sene başında şöyle denilebilir: “Yıl boyunca herkes en az on kitap okuyacak. Bu on kitabın beş adeti, bizim belirlediğimiz listeden, beş adeti de kendi belirleyeceğiniz kitaplardan oluşacak.”
Bazı edebiyat öğretmenlerimiz, öğrencilerin okuduğu fantastik romanları kabul etmiyor. Bu tür kitapların yararı elbette tartışmaya açık bir konu ancak şunu unutmamak lazım ki günümüz gençlerinin birçoğu, bu fantastik kitaplar sayesinde okuma alışkanlığına adım atıyor. Bakıyorsunuz ki akademik seviyesi çok düşük bir öğrenci üç günde bu türden bin sayfalık bir kitabı bitirivermiş. Bu tür kitaplar, öğrencilerin okuma alışkanlıklarını perçinliyor, okuma hızlarını artırıyor. Bu tür kitapları öğrencilere tavsiye etmemekle beraber, şayet okuyorlarsa, okuma tercihlerine de saygılı olmak gerekir. Kitap okuma saatlerinde, faydalı gördüğümüz kitapların tanıtımı yapılmalı, fantastik kitapların kişilik gelişimine katkı sağlamayacağı, samimi dille ifade edilmelidir.
İlkokul ve ortaokulda Türkçe derslerinin en az bir saati; lisede ise Türk edebiyatı derslerinin iki haftada bir saati kitap okumaya ayrılmalı. Okuma saatinde, bütün öğrenciler, okuyup bitirdikleri kitabı ve yeni başladıkları kitabı getirmeliler. Kırk dakika boyunca bütün öğrenciler kitap okuyacaklar. Türkçe - Edebiyat öğretmeni de bu esnada sınıftaki bütün öğrencileri sırayla yanına çağırarak onlardan okuma raporlarını fısıltıyla, sınıfı rahatsız etmeyecek şekilde alıp düzenli olarak tuttuğu okuma çizelgesine kaydedecek. Bu çizelgede, hangi öğrenci kaç kitap okumuş, kaç sayfa okumuş, şu an hangi kitabı okumakta... gibi bilgile r bulunmaktadır. Öğretmenimiz, numara sırasına göre yanına çağırdığı öğrenciden bitirilen ve yeni başlanan kitap bilgilerini alır ve çizelgeye kaydeder. Bitirildiği söylenen kitabı açar, kitabın okunup okunmadığını anlamak için, içerisinden bir soru sorar. Okunduğuna kanaat getirirse , o kitabı okundu olarak işaretler ve sayfa adetiyle birlikte çizelgeye kaydeder. Yeni başlanan kitabın adını da, bir sonraki okuma saatinde o kitabın bitirilip bitirilmediğini sormak üzere çizelgeye not alır.
Sınıf ve okul bazında sayfa adetine göre en çok okuyan öğrenciler bu şekilde belirlenir ve aylık, iki aylık periyotlarla listeler halinde ilan edilir. Sınıf ve okul bazında en çok okuyan öğrenciler ödüllendirilir. Az okuyan veya hiç okumayan öğrenciler de belirlenir. Bu öğrencilerle ve aileleriyle görüşülür. Ailenin de desteği istenir. Okumamakta hala direnen öğrenciler yüreklendirilir. İnce, kolay okunabilir farklı türlerde kitaplar okuması tavsiye edilir. Yirmi yıllık öğretmenlik hayatımda bu metotları uyguluyorum. Bu şek ilde uygulamadan sonra, kitap okumama konusunda ayak direten bir öğrenciyle karşılaşmadım.
Bu metot uygulandığında, kitap okumayan öğrenci , öğretmenine okuma raporu verirken ister istemez mahcup oluyor. Az sayıda da olsa kitap bitirip getirmeye kendini zorunlu hissediyor. Bu uygulama sayesinde öğrencilerimden , bir yılda orta boy otuz kitap okuyan çok öğrencim olmuştu r . Öyle oluyordu ki okuma listem doluyordu, yeni ek liste açmak zorunda kalıyordum. Okumanın tadını, heyecanını almış öğrencilerimin taşırdığı bu listeler beni de heyecanlandırıyordu.
Bazen, y ılın beşinci okuma saatinde bana bir adet bile kitap getirip anlatmamış çetin cevizlere rastladığım da oluyordu . Sor up soruşturuyordum ki bu öğrenci liseye kadar hiç kitap okumadan gelmiş. Kulağına eğilip sessizce: “İnce kitaplardan da okuyup anlatabilirsin, sorun yok...” diyordum. Bir sonraki okuma saatinde bakıyordum ki aynı öğrenci, küçük kardeşinin ince hikâye kitaplarından birini getirmiş, utana sıkıla bana uzatıyor. O öğrencinin onurunu ve cesaretini kırmadan, sıradan bir durummuş gibi olayı geçiştirip kitabını kabul ediyordum. Artık bu konuda emekleyebildiğini gören çocuğun cesareti yerine geliyor, dört elle kendi seviyesinin kitaplarına sarılıyordu. Bu uygulama, bazı öğretmenlerimize zor gibi gelebilir. “Kırk dakikada, o kadar öğrencinin okuma raporu alınmaz.” dediğinizi duyar gibi oluyorum. İşin pratiğini öğretmen ve öğrenci kavradıktan sonra çok kolay. Sistem kendiliğinden oturuyor zaten. Öğretmen sınıfa girer gir mez herkes okumaya başlıyor. Tâ ki z ile kadar. Öğrencinin, bir kitabı okuyup okumadığını anlamanız bazen on saniyenizi alıyor. Hepsi, bir adet can alıcı soruya bakıyor. Kaldı ki bütün öğrenciler de o ders saatinde, bitirilmiş kitap getirmiyor. Bazıları: “Hocam, şu kitabın 250. Sayfasına kadar gelebildim.” diyor. Bu tür öğrenciye zaten soru sormuyorsunuz. Dolayısıyla, kırk dakikada bir sınıfın okuma raporu alınabiliyor. Okuma raporları her öğrenci için nota dönüştürülür ve dönem sonu performans notlarının biri buradan verilirse, bu rüzgar, öğrencinin motivasyon yelkenini uçurmaya yeter.
Okullarımızdaki kitap okuma uygulamalarındaki en önemli çıkmazlardan birisi kitap yazılılarıdır. Bugüne kadar kitap yazılısı hiç yapmadım ve bu uygulamanın hep karşısında oldum. Sebebi de bu uygulama, öğrenciyi kitap okumaktan soğuttuğu gibi sahtekarlığa alıştırıyor. Kitap yazılısından, o kitabı gerçekten okuyan öğrenci 95 aldıysa; kitabın özetini arkadaşından dinleyen, internetten bulup okuyan, ya da filmini izleyen 85 alabiliyor. Özet okuyup 85 alan, kitabı gerçekten okuyan için kötü örnek teşkil ediyor. Bu gibi sebeplerden dolayı kitap yazılılarına karşıyım.
Öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırma konusunda sadece Türkçe -Edebiyat öğretmenleri değil, bütün öğretmenler sorumludur. Kırk dakikanın kırk dakikasında ders işlenmez. Örnek olarak matematik öğretmenimiz otuz beş dakika ders anlattı. Son beş dakikada da o hafta okumakta olduğu İskender Pala’nın “Katre - i Matem” adlı kitabını çantasından çıkarıp süre yettiği kadar o kitap üzerinde öğrencilerle sohbet etse, kitabın içindeki can alıcı olaylardan birini anlatsa, samimiyetle söylüyorum ki o sınıftan en az on kişi, o kitabın adını defterine kaydedecektir. Kimileri gerçekten o kitaba ulaşıp onu okuyacaktır. Okumasa bile öğrenci en azından “İskender Pala” adını duydu. O kitaptaki can alıcı olayı dinleyince, kitaba karşı merakı uyandı, acaba devamında ne var, diye düşündü. En önemlisi de matematik öğretmenlerinin bir okuyucu olduğunu öğrendi. Matematik öğretmeninin, bu okuma fiilinin lafazanı değil, gerçek bir temsilcisi olduğunu anladı. Bu mesaj çok önemli. Eğitimin her alanında olduğu gibi okuma kültüründe de motivasyon çok önemli. Okumanın, gerekli bir fiil olduğuna ikna olan öğrenci okuyor. Okumayan öğrenci, bu konuda ikna edilememiş öğrencidir.
Nabi KÜÇÜK nabikucuk@hotmail.com
6.4.2011 | Okunma: 7192
22.11.2015 | Okunma: 1766
22.11.2015 | Okunma: 1663
22.11.2015 | Okunma: 2269
( Mevlana )
Derslik
» Aile İçi İletişim» Karneleri Nasıl Yorumlayalım
» Çocuğun Tv ve İnternet Bağımlılığı
» Sınav Başarısı mı? Yaşam Başarısı mı?
» Öğrenmeyi Öğrenme
Kütüphane
» Küçük Ağacın Egitimi» Haftanın Kitabı
» Umut Işığı
» İnsanin içindeki iyilik ve kötülük
» Hayat İçin Oyun Planı
Pano
» Akit TV prog» TGRT Fm Program.
» Baba Buluşmaları Başlıyor...
» TGRT Fm Program
» TGRT Fm Prog.
Tenefüs
» Hali Ahvalimiz» Hayata Direk Baglanin
» Haftanin Karikatürü
» AYAKKABICI
» Haftanın Karikatürü
İnsan Yetiştirmek
AYAKKABICI
Ayakkabici, yeni getirdigi mallari vitrine yerlestirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere oldugundan, spor ayakkabilara ragbet fazlaydi. Gerçi mallar lüks sayilmazdi ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onlarin en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine dogru biraz daha yaklaşti. Fakat bir koltuk degnegi kullanmaktaydi. Hem de güçlükle...
Adam ona bir kez daha göz atti. Üstündeki pantolonun sol kismi, dizinin alt kismindan sonra bostu. Bu yüzden de saga sola uçusuyordu. Çocugun baktigi ayakkabilar, sanki onu kendinden geçirmisti. Bir müddet öyle durdu. Daldigi hülyadan çikip yola koyuldugunda, adam dükkândan disari firlayip:
- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabi almayi düsündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"
Çocuk, ona dönerek:
- "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacagim dogustan eksik".
- "Bence önemli degil!" diye atildi adam. "Bu dünyada her seyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacagi. Kiminin de akli veya vicdani."
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konusmayi sürdürdü:
- "Keske vicdanimiz eksik olacagina, ayaklarimiz eksik olsa idi."
Çocugun kafasi iyice karismisti. Bu sefer adama dogru yaklasip:
- "Anlayamadim!. dedi. Neden öyle olsun ki?"
- "Çok basit!" dedi, adam. "Eger yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, saglamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acilar, hafiflemis gibiydi. Adam, vitrine isâret ederek:
- "Baktigin ayakkabi, sana yakisir!" dedi. "Denemek ister misin?"
Çocuk, basini yanlara sallayip:
- "Üzerinde 30 lira yaziyor" dedi, "Almam mümkün degil ki!"
- "İndirim sezonunu senin için biraz öne alirim!" dedi adam, "Bu durumda 20 liraya düser. Zâten sen bir tekini alacaksin, o da 10 lira eder."
Çocuk biraz düsünüp:
- "Ayakkabinin diger teki ise yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"
- "Amma yaptin ha!" diye güldü adam. "Onu da, sag ayagi eksik olan bir çocuga satarim."
Küçük çocugun akli, bu sözlere yatmisti. Adam, devam ederek:
- "Üstelik de ögrencisin degil mi?" diye sordu.
- "İkiye gidiyorum!" diye atildi çocuk, "Üçe geçtim sayilir."
- "Tamam iste!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalir 5 lira. O da zâten pazarlik payi olur. Bu durumda ayakkabi senindir, sattim gitti!"
Ayakkabici, çocugun saskin bakislari arasinda dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun begendigi modelin ayniyla doluydu. Ama adam, vitrinde olani çikartti. Bir tabure alip döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabisini giydirdi. Ve çikarttigi eskiyi göstererek
- "Benim satis islemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."
- "Saka mi yapiyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabani delinmek üzere. Eski bir ayakkabi, para eder mi?"
- "Sen çok câhil kalmissin be arkadaş..." dedi adam, "Antika esyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabin, bence en az 30-40 lira eder."
Küçük çocuk, art arda yasadigi soklari üzerinden atabilmis degildi. Mutlaka bir rûyada olmaliydi. Hem de hayatindaki en güzel rûya. Adamin, heyecandan terleyen avuçlarina sikistirdigi kâgit paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralik banknotu geri vererek:
- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini baslattiniz ya!"
Adam onu kiramayip parayi aldi. Ve bu arada yanagina bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sigmiyordu. Eger bütün mallarini bir günde satsa, böyle bir mutlulugu bulamazdi. Çocuk, yavasça yerinden dogruldu. Sanki koltuk degnegine ihtiyaç duymuyordu. Simsicak bir tebessümle tesekkür edip:
- "Babam hakliymis!" dedi. "Sakat oldugum için üzülmeme hiç gerek yok! demisti."
* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
* Her Hayat Yasanacak Bir Can Bulur,
* Her Umut Gerçeklesecek Bir Düş Bulur
* Bulunmayacak Tek Sey Senin Benzerindir
HAYATTA NE ÖĞRENDİM?
Sonsuz bir karanligin içinden dogdum. Isigi gördüm, korktum. Agladim.
MEVLANA
1975 yılında Burdur / Bucak / Ürkütlü Kasabasın'da çiftçi bir ailenin 2.çocuğu olarak dünyaya geldi.İlk ve orta tahsilini Ürkütlü'de tamamladı.Antalya Aksu Anadolu Öğretmen Lisesini ve yatılıyı kazanması hayatın kendisi ve öğretmenlik ile tanışmasının ilk adımı oldu.Marmara Üniversitesi Fizik Öğretmenliği(ing) 2.sınıfta iken ders vermeye başladı.Lise 1 de öğrenci olarak olarak başladığı yurt hayatına üniversite sonda yurt müdürü olarak son verdi. Üniversite bitince İstanbul'da özel bir kolejde 5 yıl fizik öğretmenliği yaptı. Kendi işini kurmaya karar verdikten sonra önce bir etüd merkezi sonrada bir dershane açtı. Bu kurumlarda hem öğretmenlik hemde idarecilik yaptı.Halen ülkemizin seçkin eğitim kurumlarından bir tanesinde eğitim yöneticiliği yapmakta olan Mustafa TEZCAN evli ve 2 çocuk babasıdır.